22.02.2009

...



"çok geniş bir çayırda yürüyorum, yürüyorum
ezilen otlar gibiyim
ezilen otlar gibiyim ayaklarımın altında
kendi ayaklarımın
nedense
bu böyle hoşuma gidiyor."


Edip Cansever

19.02.2009

"V"oilà


Bir kaç gündür, bazı sevgili blog arkadaşlarımızla bir sinema muhabbettidir gidiyor. Sinema her zaman, her yerde, popülerlik vasfının hakkını iyi verebilen capcanlı bir sanat dalı. En durgun ve ölü ortamları bile sohbet konusu haline geldiğinde hareketlendirebilecek bir güce sahip. Festivaller, vizyondan yeni inen filmler, vizyona yeni çıkanlar, iyi veya kötü eleştiriler, eleştirmenler, oyunculara dair magazin haberleri vs. derken...Bu sohbetlerin her sonrasında, sinemaya ne kadar farklı bir yerinden tutunduğumu yeniden farkediyorum. Dünyanın bu en canlı, renkli, hızlı sanatı mevzu bahis olunca, ne kadar eski kafalı, romantik, obsesif ve yavaş olduğumu her defasında yeniden yüzüme vuruyorum. Peki ben aslında bu durumdan şikayetçi miyim? Elbette hayır! Hatta bu durumdan, sinemadan alınabilecek maksimum hazzı alıyorum. Tamamen hislerimle belirleyip izlemeye karar verdiğim çok az sayıdaki filmin, çok azına da, ciddi biçimde bağlanıyorum. Sonrası bitmek bilmeyen ruhsal bir şölen...

Gece, bu filmlerden benim için en önemlisini epeydir ihmal ettiğimi ve kanımdaki seviyesinin bir hayli düştüğünü farkettim ve tv'ye yine şöyle bir burun kıvırıp geçtikten sonra, dvd'lerin içine hızla dalıp, "V for Vendetta"yı buluverdim. Zira hayatım boyunca -yine ve hala- hiçbir filmde, bu şiirsel anarşi masalını izlerkenki kadar heyecan ve mutluluk duy(a)madım. Vizyona girdiği günden beri hakkında söylenen, yazılan, konuşulan olumlu veya olumsuz onca şey bir yana, ben bu filmdeki atmosfere hayranım. Ruhumda bir yer, ele avuca sığmaz, ama aynı zamanda çok ince bir yer, bu filmle örtüşüyor ve doyuyor. Wachovski biraderlerin önünde bir kez daha saygıyla eğiliyorum...


Bugün size de hatırlatayım istedim...





"-Sana bir armağanım var Evey, ama bunu vermeden önce bir şey isteyeceğim, benimle dans eder misin?


-Şimdi mi? Devrim gecesinde dans mı edeceğiz?

-"Dans etmeden yapılan devrim, yapılmaya değer değildir."

-Çok isterim..."


17.02.2009

"Tyler'la Aramızdaki Tek Ortak Nokta Aynı Parmak İzlerine Sahip Olmamız, Ama Bunu Kimse Anlamıyor."



Ne çok zaman olmuş buraya yazmayalı. Aslında sürekli yazdım ben, ucu bucağı görünmeyen, alfabeye gelmeyen, kimsenin görmediği içsel satırlar...Kurduğum devasa cümlelere, paragraflara şaşırdım hatta,
parmaklarım sızladı, kalbim tekledi, yoruldum...Ancak o zaman farkettim, karşımda konuşan ve benim dinler gibi görünmek zorunda olduğum bir dünya, o dış dünyaya ait insanlar olduğunu. Bu içsel kargaşamla ilgilendiklerini veya bundan rahatsız olduklarını sanmıyorum. İçsel sözcüklerimin, harflerimin hiçbirini veya sadece ucunu köşesini bile dışarı sızdırmadıkça sorun yok. Üstelik aksine, insanlar bayılıyorlar bu "sessiz ve güzel" maskeye. Onlara kalırsa ölene kadar bununla dolaşmalıyım. Belki en iyi bu oturuyor yüzüme, ondan, zira ben de takarken hiç zorlanmıyorum. Ne bir fazlalık, ne eksiklik, tam bir uyum. Girintiler çıkıntılar, daha maskeyi yaklaştırırken karşı konulamaz bir çekim alanına girip, öper gibi, sarmalar ve kavuşur gibi rahatça yerleşiyorlar. Yalnız bazı zamanlar, sadece bir yer, maskenin dokunduğu tek bir yer inceden sızlıyor, burnumun direğine denk gelen tam orası...




9.02.2009

Bernard Kendine Dedi Ki;


“Ay için düzenlenmiş tümceler neydi? Ve aşk için düzenlenenler?.. Ölüme hangi adı vereceğiz?.. Bilmiyorum...Sevgililerin kullandıkları türden küçük bir dil gerekli bana...Şimdi utku türkümü yükselteyim. Şükürler olsun yalnızlığa... Yapayalnız olayım. Şu varlık örtüsünü düşüreyim ve fırlatıp atayım, şu küçücük bir solukla gece gündüz değişen bulutu, bütün gece boyunca, bütün gün boyunca...Burada otururken değişiyordum. Gökyüzünün değişmesini izledim. Bulutların yıldızları kaplamasını, yıldızları özgür bırakmasını, sonra yine yıldızları kaplamasını gördüm...Artık onların değişmesine bakmıyorum. Kimse görmüyor beni ve artık değişmiyorum. Şükürler olsun yalnızlığa ki gözün baskısını kaldırdı. Yaşamın kısalığını ve baştan çıkarmalarını çok iyi duyuyorum.”



Virginia Woolf / Dalgalar
Çev: Oya Dalgıç

6.02.2009

"Ah Güzel Sırrı Abim Benim"



En son, başbakanın Davos çıkışından ve daha da öncesi, Gazze'nin ekrana yansıyan en kanlı gününden beri televizyon izlememiştim. Bu akşam, bu sıkıcı cuma akşamı, kumandayı elime ümitsizce alıp gezinmeye başladım. Adını ilk kez duyduğum yeni kanallar, hızla atladığım saçma sapan yarışmalar, haber kanallarına postu serip bıkıp usanmadan ahkam kesen abiler/ablalar, vıcık vıcık magazin programları arasında sersem sepelek gezinip, tam vazgeçecekken, onun yüzünü gördüm. Ve aman tanrım, yüzünde yine o güzel, içten gülümsemeyle Sırrı Süreyya Önder ekranda. Çok şanslıyım; sen kırk yılda bir ekran başına geç ve dünyanın en hoş sohbet adamlarından birine rastgel. Gerçi programın evsahibi konumundaki beylere önce çok kızdım, zira hiç fırsat vermediler. Ama sonra anladım ki yayın yeni başlamış. Sözü Sırrı Süreyya Önder'e muzipçe ama çok içten ve sevgiyle, "şeyhimiz" diyerek verdiler. Sonrası, muhteşem bir sohbet. Bu coğrafyada yaşanan absürd halleri, ince espri anlayışı, doğallığı ve yerinde tesbitleriyle, o güzel şivesiyle, öyle doyulmaz bir üslupla anlattı ki, "Akıl ve vicdan bu toprakları çoktan terketti" veya "Bu ülkenin genetik kodu, güce biattır" dediğinde bile umutsuzluğa kapılamadım.


Farkettim ki Sırrı Süreyya, doğduğu, aklı erdiği, yaşadığı dönem içinde bu topraklarda insanlık utancı ve faşizm adına ne yaşanmışsa, sanki hafızası gibi ve bu acıları filmleriyle, yazdıklarıyla, söyledikleriyle umarım hep yaşatacak ve unutturmayacak.


Bittiğinde ancak aklıma geldi; program yeni miydi, yoksa tekrar mıydı? Farketmez, Sırrı Süreyya Önder'in orada olması yeterdi ve ben seviyordum bu güzel insanı.

Geldim


oraya geldim -
oradan gittim:
öylesine yakındık ki.

dalından kopardığım yeşil elmanın
iki yarısı değil
hepsini yediğin kendisi gibi.

içinden geçtiğimiz kokulu karanlığı
delip geçen parlak ışığım gibi.

koyu yeşillikler içindeki evin
gözümüze çarpıveren
sarı sıcak penceresi gibi.

ayaklarımızın altında kıpırdanan
serin denizin parıltıları gibi.

öylesine yakınız ki
oraya geldim -
orada olacağım.

yorgun musun?
yattın mı?

uyu -
düşünme beni.



Oruç Aruoba

3.02.2009

"Mim"

Kısacık blog hayatımın üçüncü "mim"ine maruz kalmış bulunmaktayım. İlki Sevgili Metin Bey'den "kahve" konulu bir yazıydı. Ama, aslında pek de tanımadığım blog aleminde gördüğümden biraz farklıydı, zira yazım onun malikanesinde yayınlanmış ve bu durum beni feci halde heyecanlandırmıştı. İkincisi yine bu gibi, Sevgili Ekmekçikız'ın "aşk romanları" konulu "mim"iydi. Ve bu mim, aynı zamanda blogumun ilk yazısına neden oldu.

Bu sıralar en yakınımdaki kitabın, 161. sayfasının 5. cümlesi mi demiştiniz. Aynı anda iki kitap okuyor olduğum için, işte buyrun;


"Azrail'e can teslim etmek kolay mı?"*

"Ve siz, bayım, hiç durmadan seyahat mi edersiniz?"**


*Kadından kentler - Murathan Mungan, Metis yayınları.
**Faust - Goethe, I. cilt, çev: Genç Osman Yavaş, Bordo&Siyah.


Kadından Kentler, ülkenin başka başka şehirlerinden, çok farklı, ama bir o kadar da tanıdık kadın hikayelerinin anlatıldığı bir kitap. Alıntıladığım cümle, yazarın; "Dünya onu şaşırtacak bir yer olmaktan çoktan çıkmış gibi, hayata vereceği cevaplar her zaman hazırdı." diye tanımladığı Hayat Hanım'ın hikayesinden...


Diğeri, özleyip yeniden, gayet hazlı ve de hızlı bir okuma yaptığım, ama aksine bazı bölümlerinde fazlaca oyalandığım, malumu olduğunuz edebi bir şaheserden. "Bahçe" sahnesi, bu soruyu soran Marthe'ye Mefistofeles'in şu yanıtıyla devam eder;


"Ah, işte iş ve vazifedir bizi buna zorlayan!
Ne acılarla kimi yerleri terk ederiz,
ve yoktur asla kalmanın olanağı!"