5.11.2009

Saate Bakmak



varsın her şey sonraya kalsın
sonraya, en sonraya
sözgelimi iki bin altı yüz kırk bir mil.
bir papatya ne kadar uzağı görebilirse
o kadar yakın kalplerimiz birbirine
ölü bir denizi bile bir tartışmaya çevirdik
kayaları taş devrine göre ölçtük biçtik
kalemlerimizi kesilmiş çiçek sapları gibi attık
kapıları açarken birbirimize ağladık.


(ne kadar da çok severmişiz birbirimizi
sahi ne kadar da çok severmişiz
yıllarca, yüzyıllarca öpüştük
sigaralar tuttuk, içkilerin en iyisini sunduk
istersen bu gece burada kal, dedik
sağlığımızı sorduk, bir sürü ilaç adları saydık
sık sık görüşelim, olmaz mı dedik
iyi bildiğimiz ne varsa yaptık, ayrıldık
ortada
her zamanki gibi bir karanfil kaldı.)


köşedeki tütüncü silaha çevirdi sigaralarını
ödemesi çok güç sigaralara
manav yarı anlamlı güldü biz geçerken
eriklerden, çileklerden, o canım kirazlardan bile utanmadan
hani o çocukluk küpesi olan kirazlardan
hani rengi içimize göre değişen: mor, mavi, pembe, sarı
ilk defa merhaba dedi bir balıkçı
çırparaktan elindeki suyu ölgün bizlere
sigarası dudağında: merhaba!
ya peki biz ne dedik, ne dedik
yoldaki bir taşı şöyle bir kenara koyduk
yakamıza rastgele bir çiçek iliştirdik
su satılan dükkanlara baktık, yüzümüz cam cam ışıdı
ve leylak kokuları gibi kendi kokumuza uzandık
köşeyi döndük, bütün köşeleri hızla döndük
su birikintilerinin ağaçlandığı eski bir sokağın tarihinde
şöyle yazdı:
her şey sonraya kaldı.


(...)



Edip Cansever.

31.10.2009

Çok Aşık.




Sabah, iç sıkıntısına yorduğu kıvranmalarla uyanıyor. Gözlerinde deli bir bakış. "Deli" diye kestirip attığıma bakmayın lütfen. İfade etmekteki acizliğimi gözden kaçırmak için yeterince güçlü ve derin bir kelime bu. Yorgun. Her zaman çok yorgun. Tahminim, uyurken, ve uyuyamazken, ve rüya görürken, ve geceleri minik hıçkırıklarla uyanırken, ve dişlerini bütün gücüyle sıkarken bile ağzından fırlayıvermesinden çekindiği o ismi sayıklarken yoruluyor. Ama gündelik işlerini yapmaya inanılmaz bir kusursuzluk ve özenle devam ediyor yine de. Bu, yaşadığı iç alemi yalıtmaktaki başarısından olmalı. Daha ne kadar zaman direnebilecek bilmiyorum. Kendisi hiç bilmiyor...


Pek bir şey yemiyor.  Neyse ki, "o" kahvaltı seviyor diye kahvaltı yapıyor sadece. En sevdiği suyu bile, daha az içiyor. Teninin parlaklığını gittikçe kaybediyor. Onun gibi biri için şaşkınlık verecek kadar az bakıyor aynaya artık. Gündüzleri bir şekilde çalışarak geçiriyor da, akşamı geciktiremiyor. Akşam ellerinden kayıp gidince, her zamanki gibi geceye sımsıkı sarılıyor. Kış gecesi bile olsa, o da eninde sonunda sabaha dönüyor halbuki. Zira dediğine göre, en zoru "sabah"larmış. Sabaha kadar birikirmiş aşk. Taşıyamayacağı bir ağırlığa... Taşıyamayacağını sandığı... Nitekim habire söyleyip duruyor; "Ne kadar da güçlüymüşüm! Tanrım çok güçlüyüm!" Hep o seviyor diye dinliyor aynı şarkıları, üstüste, arka arkaya. Bazen dayanamıyorum, tanımadığım birinin sevdiği bir şarkıyı, neredeyse yüzlerce kez dinlemek zorunda kalmaya. Ama biliyorum, ve bu elimi kolumu bağlıyor; Bana ihtiyacı var. Aylardır bana sığındı, bana emanet. Zor şey "aşık" avutmak...


Yağmur başladı yine...

23.10.2009

La Fille Sur Le Pont




köprü

nehir

adéle

gabor

bıçak

sızı

iz...

4.10.2009

3.10.2009

Ceylan Evet!




Ceylan'ın gözlerini Sevgili Kaçak 'ın orada, o kırışmış, muhtemelen tek fotoğrafında daha yakından görünce, ve sadece gözlerine odaklanınca, ürperdim. Dehşete kapıldım. Ceylan o topraklarda korkuya ve tedirginliğe doğmuş belli. Küçücük bedeniyle, nerede yaşadığının, neler döndüğünün fazlasıyla farkındaymış. Şimdi "mış"lı, "miş"li cümleler kurmak kahredici. Çocuk ve ölümü aynı cümlede anmak zorunda kalmaksa, en kötüsü...

Bu bakış bana, hafızama her zaman "dehşet"in vücut bulmuş hali olarak kodlanan o gözleri hatırlattı. Ölümün gözlerini. Ivan'ın gözlerini. Hani bilirsiniz Ivan'ı...



23.09.2009




"yani bir kunduzu karşıdan karşıya yüzdüren sezgi
nedir ben bilemem ki
..."

13.09.2009

Tamam Yavrum, Meteliğimiz Yok; Ama Yağmurumuz Var




sera etkisi deyin ne derseniz deyin
eskisi gibi yağmıyor işte yağmur.
özellikle büyük kriz zamanındaki
yağmurlar geliyor aklıma.
kuruş para yoktu ama bolbol
yağmur vardı.
öyle bir gece veya bir gün
değil,
7 gün ve 7 gece
yağardı


ve los angeles'in yağmur ızgaraları
bu kadar çok yağmuru emebilecek
şekilde yapılmamıştı
ve yağmur kalın
ve kararlı
ve düzenli yağardı
ve damlaların çatılara çarpışını
oradan da oluk oluk
toprağa akışını duyardınız
ve dolu, büyük buzdan kayalar
patlayan
oraya buraya saçılan havada uçuşan;
ve yağmur
kısaca
durmazdı


ve bütün çatılar akardı -
evin her tarafına
tencereler,
kapkacaklar serilir
tıp tıp sesleri bütün eve yayılırdı;
ve kaplar boşaltılır,
boşaltılır
ve tekrar boşaltılırdı.
kaldırımların üstünden geçerdi yağmur,
bahçelerin içinden; ve merdivenleri tırmanıp
evlere girerdi.
el bezleri vardı, banyo havluları,
ve yağmur genelde tuvaletlerden girerdi: köpüre köpüre,
kahverengi, küçük girdaplarla
ve külüstür arabalarla dolu olurdu sokaklar
güneşli bir günde
marş basmayan arabalarla,
ve işsiz adamlar
sanki canlılarmış gibi duran o eski arabaların
can çekişmelerine bakarlardı
pencereleri önünden;
işsizler,
yenik bir zamanın yenik insanları
hapsolurdu evlerine
karıları ve çocukları
ve kedi köpekleriyle.
kediler ve köpekler
dışarı çıkmamak için diretir
evin garip garip yerlerine
pisliklerini bırakırlardı.
işsiz adamlar


bir zamanlar güzel olan karılarıyla
evde tıkılıp kalmış olmaktan
çıldırırlardı.
korkunç tartışmalar yaşanırdı
haciz ihtar mektupları
kondukça posta kutularına.
yağmur ve dolu, bezelye kutuları,
yavan ekmekler; kızarmış
yumurta, rafadan yumurta, haslanmış
yumurta; fıstık ezmesi
sandviçleri, ve her tencerede
görünmez bir tavuk.


babam, kesinlikle iyi biri olmayan babam
her yağmurda, en iyi ihtimalle,
annemi döverdi,
kendimi üzerlerine atardım,
bacaklar, dizler,
çığlıklar
ta ki
birbirlerinden ayrılana kadar.
gebertic'em seni", bağırırdım "bi kez
daha vurursan ona öldürürüm seni!"
"çabuk bu orospu çocu'unu
çıkar burdan!"
"hayır, henri, annenin yanında kal!"
evet, bütün evler kuşatma altındaydı
fakat sanırım bizim evdeki dehşet
ortalamanın üstündeydi.
ve geceleri uyumaya çalıştığımızda
yağmur yağmaya devam ederdi
ve karanlıkta
suların odama girmemesi için
cesurca direnen penceremden
ayın yağmur sularıyla bulanık
görüntüsünü seyrederken
nuh'u hayal ederek
ve gemisini
tekrar oluyor galiba
diye düşünürdüm.


hepimiz düşünürdük
bunu.
ve sonra, birdenbire,
dinerdi yağmur.
galiba hep
sabaha doğru
5, 6 sularında dinerdi,
huzur çökerdi her yere,
ama tam bir sessizlik değil
çünkü hala devam ederdi
tip
tip
tip
sesleri
ve sonra sis ve duman
dağılırdı
ve sabah 8'de
gözleri kamaştıran sapsarı bir güneşışığı
düşerdi yeryüzüne,
van gogh sarısı
çılgın, köredici!
ve ardından
sağanaktan kurtulan
çatı olukları
güneş altında
genleşmeye başlardı:
peng! peng! peng!
ve herkes kalkıp dışarı bakardı
hala yağmuru içine çeken
bahçeler
hiç bu kadar yeşil olmamış
bir yeşil içinde
ve kuşlar
bahçelerde
deli gibi cıvıldayan kuşlar,
7 gün 7 gecedir
yere konup da
adamakıllı bir şey yiyememiş
tohum yemekten
bıkmış kuşlar
solucanların
toprak üstüne çıkmasını beklerlerdi,
yarı boğulmuş solucanların.

kuşlar solucanları önce topraktan çekip
havaya kaldırır
sonra da midelerine indirirlerdi;
karatavuklar ve serçeler olurdu.
karatavuklar serçeleri uzaklaştırmaya
çalışır ama serçeler,
açlıktan delirmiş,
daha küçük ve çabuk,
kendi paylarını kotarırlardı.
erkekler verandada durur
sigaralarını içerlerdi,
şimdi kapı kapı dolaşıp
büyük olasılıkla hiç bir kapı ardında
bulamayacakları bir
iş arayacaklarının,
büyük olasılıkla çalışmayacak arabalarını
çalıştırmaya uğraşacaklarının
bilincinde.
ve bir zamanlar güzel olan
karıları
banyoya girer
saçlarını tarar,
makyajlarını yapar,
dünyalarını tekrar
biraraya getirmeye çalışırlardı,
onları saran korkunç mutsuzluğu
unutmaya çalışarak,
kahvaltı için
ne hazırlasam diye
telaşlanarak.
ve radyo
okulların
açıldığını söylerdi.
ve
ardından
işte ben yine okul yolundaydım,
yollarda kocaman
su gölcükleri,
tepemde yeni bir dünya gibi
güneş
(...)



C. Bukowski

Çeviri: Cem Duran


Orjinali şahanedir. Ama tüm çevirmen ihanetine rağmen yine de en sevdiğim yağmur şiiridir bu.



11.09.2009

Açlık Çoğunluktadır.



gülü çiğdemi filan bırak
sardunyayı karidesi filan bırak
acıyı ve ölümleri bırak
oy pusulalarını ve seçimleri bırak
evet
seçimleri özellikle bırak
çünkü açlık çoğunluktadır.
her kişinin ukala ömrü
yeter sanılır çiçeklenmeye
ve dünyanın karanlığından
bir aşk bahanesiyle kurtulmaya
kaçıp giden baharların anısı
elden ele devredilen bir gençlik duygusu
laleler sümbüller bütün öbür boklar püsürler
hakkım var mıdır bunları söylemeye
- vardır
güneş doğarken ve batarken
yazdan kışa girerken ve kıştan çıkarken
ve dağda ve kırda
hakkım vardır -
çünkü en azından dünyadan
dölsüz katırlar geçer
yüklü vagonlar geçer
demir yüklü şilepler geçer
yelkenleri işletenleri ve tayfalarıyla
ve onların karıları ve çocuklarıyla
ve bilinmez sanılır geleceği
bir demiryolu makasçısının.
oysa kesinlikle yazılmıştır
her sevgi kitabında
asıl olan açlıktır
çoğunluktadır.




Turgut Uyar

29.08.2009

Eğreltiotu



Hoşça kal, dedi, eğreltiotu, hoşça kal!


İlhan Berk
Delta ve Çocuk.

22.08.2009

"I Scream, You Scream, We All Scream, for Ice Cream!"



"Uzun, sıcak bir yaz." Bu betimleme için Faulkner olmaya gerek yok. Bizim gibi fanilerin günde bilmem kaç kez tekrarladığı sözler, bu abilere gelince edebi cümlelere dönüşüyor. Her neyse mevzu bu değil, ben yaz aylarını sevmediğimden bahsedecektim. En kötüsü de yaz gecelerinin kısalığı... Evet tamam çok kısalar, ama uykuya direndiğiniz oranda uzatabiliyorsunuz. Ve ben hiç bu yazki kadar uykuya nanik yapmamıştım. İşin tuhafı, onca saat hiçbir şey yapmadan durabildiğimi farkettim. Balkonda sabahladım, yarasaları ve evlerine yalpalayarak ulaşmaya çalışan sarhoşları seyrettim, gecenin serinliğinde titredim de yine de üstüme kalın bir şey almadan öylece kaldım... Evet uzun, sıcak ve sıkıcı bir yaz.


Sevgili Kaçak'ın, Zizek -ki ben kendisine bazen zevzek diyorum- röportajını yayımlamasından sonra, Bülent Somay'ın; "Filmi görmedim, çünkü nefret edeceğimden emindim. Ama şimdi izlemem gerekecek." dediği gibi, ben de alıp izleyeyim şunu dedim. Tüm önyargımla tv'yi gören en rahat mevkiye konuşlandım, açtım dondurma kutusunu. Çok kararlıydım. Ama olmadı, olamadı. 10 dk'dan fazla tahammül edemedim. Eğer izleyebilseydim, "Charlie'nin çikolata fabrikası"nın, 300 Spartalı'dan daha solcu bir film olduğu tesbitinde bulunmayı isterdim. Derken, canım Tom Waits dinlemek istedi, ki genellikle ister. Hatta bu kez dinlemek yetmedi, feci halde izlemek istedim.





Dj Zack ve acemi pezevenk Jack, sakarlıkları yüzünden işlemedikleri bir suçtan hapse düşüyorlar. Sürekli kavga eden bu iki başbelası adama hücrede tuhaf bir İtalyan turist katılıyor. Komik bir İngilizcesi var adamın. Hücre farklılaşıyor o gelince. Zack, Jack ve İtalyan kaçmaya karar veriyorlar. Ormandan ve Jarmusch'un siyah beyaz kadrajında şiire dönüşen bir bataklıktan geçip, yollarını sonsuza kadar ayıran toprak yola çıkıyorlar...


"Geleneklere sadık kalan hikaye örgüsü ve peri masallarına benzediği kadar kabusları da anımsatan atmosferiyle bunu "neo-beat-kara-komedi" bir film olarak tanımlayabilirim."


Jim Jarmusch

6.08.2009

Şiir. Yeniden...



dinleyin ey vakti duymak doruğuna varanlar!
falları grafiklerde bakılanlar siz de işitin!
külden martı doğuran odalıklar
ve kâhyalar
kara pıhtıyla damgalanmış veznelerde dili
şehvetsiz çilingirler, yaltak çerçiler
celepler ki sıvışık, natırlar ki nadan
ey hayat rengini sazendelik sanan
yırtlaz kalabalık!
dinleyin bendeki kırgın ikindiyi
hepiniz kulak verin!


güneşin
koskoca beldeye suskunluk yaygısını serdiği
yazlar yok
yok artık altında suskun yolları saklı tutan
karla örtülmüş kırların kışı
gitti giden yerine gelmedi başka biri
orada
duyumsatmadı kendini hiçlik bile
belli ki son yüzyılımız göğsümüzden
varla yok harman eden sesi uçursak
diye bize verildi
yetti bir yüzyıl böceklerde ve otlarda
soluyuş izlerimiz silmek için
ne yesek
lokmaya vurulur gibi değil
yuduma gelmiyor içtiklerimiz
dernekler toplanıyor dışta tutmak için
kanat vuruşlarını yumuşak kılan etkeni
utançlı sessizliği tanımaz kalemlerle
kapanıyor bilanço


top mermisi, kör testere
defalarca boyanmış çaput parçaları
sıkıştırdık günlerimiz arasına ki
serazat kahkahalar atalım
yapmacıktan nefretimiz
sebep olsun kavgamıza
bekleyiş arzından kovsunlar bizi
ne Yemen biraz öncemiz diyelim
ne biraz sonramız Meksika.


canı pek bir dünya son yüzyılda yaşadığımız
yüzü perdahla kavi, peçesi paramparça
üstü başı kükürtlü bu dünyadan
kancıklık
sıçradı çevirdiğimiz sayfalara
artık kimse bize haber vermeyecek
hemen şu tepenin ardında
saldırmaya hazır ve müsellâh
bir düşman taburu durduğunu
çünkü gerçekten yok
böyle bir ordu
bir düşmanımız kaldı
kendi
dudaklarımız
arasında.


biliyoruz günden güne çopurlaşan yer yuvarlağında
bizleri yan çizen birer hemşehri haline sokan nedir
çırpını çırpını giden atlardan indik
girmek için patavatsız yurttaşlar sırasına
zihnimiz acizlerin şikâyeti sığacak kadar
kanırtılırken ses etmedik
öcümüz alınacak korkusuyla irkildik
kaldıysa bir soru içimizde
o da bir şey:
nerdedir yerle gök arasındaki ulak
nerde biz?


kimseden bir işaret gelmeyecek
bir melek kimsenin alnını sıvazlamasa
söylemez kimse size dünyadaki ömrü boyunca
hiç bir insana yan bakışı olmayan kimdi
kimdi yan gözle bakmadı kır çiçeklerine bile
öğretmek için cephe nedir
kıyam etti
torunu kucağında
dönünce bütün gövdesiyle döndü
bir bu anlaşılsaydı son yüzyılda
bir bilinebilseydi
nedir veçhe.


dinleyin ey vakti duymak doruğuna varanlar!
sıyırın kahkaha sırçasını cildinizden
omzunuzdan vaveylâ heybesini atın
boşa çıksın reislerin, kâhinlerin, şairlerin kuvveti
güler yüzlü olmak neydi onu hatırlayın
neydi söğüt gölgesinde gülümsemek
ağız dolusu gülmeden taşlıkta.


İ. Özel



Şiire ve tam da o bir kaç mısrasına takılıp kaldım. Sanırım dün geceydi...

Kır çiçeklerine bile yan gözle bakmayan, dönünce bütün gövdesiyle yönelen o inceliği, duyarlığı, derinliği istiyorum ben. Ama farkındayım. Bulunduğum yer oraya, -belki de- ait olduğum o yere çok uzakta, çok...