29.12.2008
28.12.2008
"Hiçbir Sözcük Çiçek Açmaz Bu Gece."
Kötüler elbette sevmez şiiri, en çok şairlerden korkarlar. Katiller, faşistler, gözünü kan bürümüş insanlık düşmanları, emperyalizmin kara jönleri ve zavallı ruhsuz figüranları sevmez şiirleri. Bütün dünyayı kötülüğe boğarken, kendi sınırsız, dipsiz karanlıklarından zerre kadar ürpermezken, bir şairin karşısında dizleri titrer kötülerin. Ve hiçbir zaman şairleri öldüremezler, yok etmeye çabaladıkça mısralar yayılır, büyür...
Moşe Dayan; “Onun şiirleri on suikastten daha yıkıcıdır.” demişti Fatva Tukan için.
"Ölümü ve ihaneti tanıdığımız gün,
geri çekildi suları denizin,
kent soluğunu tuttu,
kapandı kapıları gökyüzünün.
Dalgaların geri çekildiği gün, tüm
iğrençlikler kaldırdılar yüzlerindeki peçeleri,
tüm umutlar kül oldu.
Ve benim kederli kentim, yutarken acısını,
boğuldu.
Yitti gitti çocuklar,
yankısız, iz bırakmadan,
türküler yitti gitti.
Acılar sürünür kentimde,
çırılçıplak, kan içinde.
Dağ gibi yükselen bir sessizlik,
geceler kadar karanlık bir sessizlik.
korkunç bir sessizlik,
yerlerde sürükleyen bir sessizlik
ölümün ve yenilginin ağır yükünü.
Hey gidi, dili tutulmuş kentim benim!"*
*Çeviri: A. Kadir - Süleyman Salom / "Filistin Şiiri Antolojisi" Kitabından.
24.12.2008
Şey.
"Daha vaktim var, daha vaktim var," diye söylendi. Vaktim de var, içim de var. Bütün kuvvetimle mi atılacağım maceraya? Onu bile korumayacak mıyım? Onu o "şey"i? Kimsenin bilmediği bir parça; tarifi güç, gene de varlığını çok iyi bildiği "şey". Onu da tehlikeye atacak mıydı? Bütün Turgut'u hiçbir zaman teslim etmemişti. Hiçbir zaman. Onu kendine saklamıştı. Değerini yalnız Turgut'un bildiği bir "şey". Başkaları da bir çok şeyler saklarlar insanlardan; gene de bir şey kalmaz kendilerine. Bu "şey" öyle değildi. Anlatılsaydı değeri kalmazdı ki. Bu nedenle anlatılamazdı. Bu "şey"i birine verseniz de farkında olmaz aslında. İnsan uzun uzun anlatsa, "onun" kendine güven verdiğini söylese, merak ederler belki. Fakat görünce bir "şey"e benzetemezler muhakkak. Bu muydu derler o "şey". Verdiğiyle kalır insan. Ezer buruşturur, yere atarlar. Bazı ukalalar da Latince isimler takarlar bu "şey"e. Tarifler, benzetmeler..."
Tutunamayanlar.
22.12.2008
Sevgili Sağ Kulağım.
Bir süredir, sağ kulağım isyan etmeye başladı. Hafif ama rahatsız edici, mekanik sesli bir çınlama, keyfimi kaçırıp duruyor. Doktora gitmeliyim... Ama başıma geleceği biliyorum. Aslında suçumu da biliyorum. Hatta teşhisi de çoktan koydum. Zira diyecek ki; kulağınızı bilmem kaç desibelden daha yüksek seslerden korumalısınız. Gürültü, orta kulaktaki hücrelere zarar verir vs vs
İyi de, uzmanlar ne kadar haklı olsalar da, ne kadar korkutsalar da, ben iki büklüm bir nine oluncaya kadar, -mecburen kulaklıkla- bu müzikleri dinlemeye devam edeceğim. Elektro, bas, davul sesleri bilumum iç organlarımı titretmeden, zevkini çıkaramıyorum. Ve düşündüm de, ben kaç zamandır bu yöntemle, hard'ından, progresive'ine, metal'inden, grunge'ına kadar, özellikle de, yüksek sesle dinlemeye zorunluymuşum gibi hissettiğim rock müzik dinliyorum.
Vazgeçmem, vazgeçemem:)
21.12.2008
"Uçurum"a Sorular.
"Ey çığ! Beni de kat önüne!" derken seslendiği çığ, kimdir? Nedir? Hindistan'a götüren o gemi midir? Paris'e acıların ortasına geri getiren diğeri mi? Önüne katılmak istediği çığla nereye sürüklenmek ister?
Ve sürüklenirken büyüyüp ezmek istediği, "Kötülük çiçekleri"mi? Zenci kız Duval'in aşkı mı? Veya ölene kadar nefret ettiği General Aupick mi?
Bitmek bilmeyen bir sarhoşlukla hangi hızla yuvarlanır? Kanına giren "şiir ve erdem" kaç yüzyılda arınır?
Hangi uçurumda sonlanır, bu "çığ"? Hangi uçurumda devam edecektir, melankolisini kutsamamız için bizi sonsuza kadar zorlamaya? O uçurumun dibinde, hangi "albatros" arkadaş olur "o gök prenslerine" benzeyen şaire?
Uçurumun en dibinde sevmeye devam edebilecek midir? "Karşıdan gelen ve karşılara giden bulutları."
"Baudelaire: Kendisinin uçurum olduğunu hisseden adam. Gurur, sıkıntı, başdönmesi; kendini ta kalbinin derinliklerine dek gören, kimseyle kıyaslanmaz, kimsenin iletişim kuramayacağı, yaratılmamış, saçma, yararsız, tam bir yalnızlık içine bırakılmış, kendi yükünü tek başına taşıyan, tek başına varoluşunu doğrulamaya mahkum edilmiş ve durmadan kendi ellerinden kaçan, kendi avuçları arasından kayan, kendi içine dönüp gözleyen, ama, bir yandan da kendi dışında sonsuz bir kovalamacaya atılmış, dipsiz, duvarsız ve karanlıksız bir uçurum, öngörülmeyen ve de pek iyi bilinen, apaydınlıktaki bir gizem. Ne yazık ki, kendi imgesi de elinden kaçar."
Yoksa Sartre'ın dediği gibi, zaten uçurum Baudelaire'in ta kendisi midir?
19.12.2008
Geceye Şiir.
bir hava bilirim, dünyalara değişmem:
bütün Rossini, Mozart, Weber sizin olsun.
çok eski bir hava, ağır, hazin, muhteşem;
yalnız ben duyarım onda ne varsa füsun!
Nerval
Çev:C. Sıtkı Tarancı
18.12.2008
Bir Başka "Özür"
"Ermeni Tehciri" adıyla üstünüze çöken felaketle, apar topar yuvanızdan sökülerek atıldığınız, evinizde beslediğiniz kedi, köpek ve tavuklarınızı, ardınızdan açlıktan ölmemeleri için komşularınızın yanına, yalvar yakar yerleştirmeye çalışıp, o kurak ve ayaz bozkırda günlerce, aylarca, gelecek sonraki trene istiflenmeyi beklemek zorunda bırakıldığınız için, evin sevgili annesinin çadır bile sayılmayan o bez parçası altında doğum yaptıktan sonra, yüzünü belki sadece bir kez gördüğün, orada veya yolda ölüp-ölmediğini ise hiçbir zaman öğrenemeyeceğin yeni doğmuş kardeşin için, dünyanın neresine sürgün edildiklerini bilmediğin ve son nefesine kadar özlemleriyle yanıp kahrolduğun anne-baban için, minicik bir kızı ölüm yolculuğundan kurtarmak -kendince- iyi niyetindeki yabancı bir kadın, seni o çadırdan, sevgili ailenden, sessizce kaçırıp/koparıp, hiç bilmediğin bir şehirde, tanımadığın insanların arasında yaşamaya mecbur bıraktığı için, yabancı kadın küçük kızı büyütüp evlendirdiği zaman, "Ermeni Kızı" olmanı bir utanç nedeni sayıp, sana ömrün boyunca geçmişi olmayan bir hayalet gibi davranan bu toplum için, kendi ifadenle, hayatını elbirliği ile "trajik bir roman"a çevirenler için; sadece yüzünü ve sıcacık ellerini hayal meyal hatırladığım sevgili büyük anneannem: Özür dilerim...
16.12.2008
Bayan Oblomov'dan...
"Bak: "En çok seni seviyorum" diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki, "Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla" dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki."
"Her tarafa ‘Milena’ yazdım, yazmayı bildiğim tek kelime bu ve ben büyük bir coşku ile bunu herkese göstermek istiyorum. Hasta olduğum için “6 ay boyunca dinlen, günlerini boş geçirmeye bak” diyorlar. Oysa bu altı ayın sadece 4 günü izin veriyorlar mutluluğa. Hala hastaysam suç bende mi peki? "
"İstasyonda bana bakan yüzünü düşündüm. Unutamayacağım bir doğa olayıydı bu."
"Bana her gün yazma demiştim dünkü mektubumda, bugün de aynı şeyi istiyorum senden, bu ikimiz için de daha iyi olur, hem bugün daha da direniyorum bu isteğimde -ama ne olursun Milena, sen kulak asma bana, yine hergün yaz bana, kısacık da olsa yaz, bugünkü mektubundan daha da kısa olsa iki satır ya da bir satır, bir sözcük olsun yaz Milena... Korkunç acılara boyun eğmek zorunda kalırım tek sözcüğünden yoksun olursam."
"Durumumuz aşağı yukarı şöyle: Ben, bir yerlerde, pis bir çukurda yaşayan (çukurun pisliği benim orada oluşumdan) ormanları tanımayan yabani bir hayvandım. Birden seni gördüm ışıklar içinde, aydınlıkta, o güne kadar gördüğüm en güzel şeyi, seni: Unuttum olup bitenleri, kendimi unuttum kalktım ayağa sana yöneldim..."
"Seni gördüm düşümde bu sabah yine. Yanyana oturuyoruz... Sen itiyorsun beni, ama kızmadan, gülerek. Üzülüyorum, ittiğin için değil, seni itmeye zorlayan davranışıma üzülüyorum. Sızlanmayan, yakınmayan, herhangi bir kadına davranır gibi davranıyorum sana; sessizliğinin ardındaki sesi -hem de bana seslenen sesi- duymadığıma üzülüyorum. Duyamadım mı dersin? Duymuş da olsam, karşılık veremedim ya! İlk düşümden daha perişan daha kötü ayrıldım yanından. Bir yerde okumuş olacağım, buna benzer bir olay geldi aklıma:
"Âteşten örülmüş uzun alevlerdir sevgilim,
dolaşır yeryüzünü, sarar beni.
Ama sardıklarını değil,
görmesini bilenleri sürükler ardından..."
Senin
(Adımı da yitirdim!
Küçüle küçüle "senin" kaldı yalnız.)"*
Sevgili Ekmekçikız'la, hani şu -kesinlikle çok sevdiğim- yazarının, "Aşk Romanı"m diye bizi heyecanlandırıp, ve dahi şartlandırıp, sonra hayal kırıklığına uğrattığı kitabı aynı anda okurken, aramızda; bloga geri dönme, mimlenme, hatta ilk blog konusunun aşk romanları olması gibi bir muhabbet geçmişti de, bendeniz, üzerinize afiyet, ruhumu sarıp sarmalayıp bırakmayan Oblomov'luk temayülü ile bunca zamandır öteleyip durmuştum. İşte yukarıdaki satırlar, benim hayatta en sevdiğim ve bundan sonra da en seveceğim aşk romanıma ait. Ama bir dakika, bu zaten bir roman değil ve bence "Aşk Romanı" diye bir kategorizasyon da olamaz, bunu, -çok sevgili de olsa- bir yazar okurlarına yapmışsa, okurcuğuda bu durumu zaten işte böyle tınlamaz. Kitaplarda ruh titreşimlerimizle algıladığımız aşklar, aşıklar olur ancak. Tabii konuyu, aslında hiçbir şeyin romanı olmaz, dahası, söz yoktur, biz yokuz, DNA'larımıza kodlanmış duygularımızın yanılsamaları, zevzeklikleri vardıra kadar götürmekte mümkün:)
Ayrıca, belirtmeden geçemeyeceğim, güncelliğini yitirmiş bir konudan bahsetmek hiç de fena bir duygu değilmiş:) Buna neden olduğu için Sevgili Ekmekçikız'a çok teşekkür ediyorum. Ve elbette güzel varlığı için de..."İyi ki doğdu!"
(*) Milena'ya Mektuplar - F. Kafka
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)